21 Haziran 2018 Perşembe

147.Mektup



yıldızların pırıltılı ağırlığı altında

kerpiç duvarlar çatlarken

yalnız olmak

sensiz olmak



Attila İlhan

Can Yoldaşım,

Onun “kara oğluydun” sen, Koca Mustafa’sıydın. Yıllarca seni böyle çağırdı uzaklardan, adını sayıkladı, döke döke gözyaşlarını kuruttu. Sonra bizi bırakıp yanına vardı. Annem önce sana kavuştu, sonra bizi getirdi başucuna, onun özlemi bitti. Yüreğimizi dağlayan günlerden, gecelerden sonra kuş misali uçtu gitti bizden. O ulu ağaçların serinliğinde karşılaştınız en sonunda. Sarıldın mı ona, acıyla dolu geçen hastane günlerinin ardından, yüzünü güldürdün mü annemin? Seni görünce yitip gitti mi yorgun çizgileri yüzünün, gözlerinin yaşı dinip “oğlumm” diye kucakladı mı seni? Biz onu sonsuz acılardan kurtaramadık, ferah günlere kavuşturamadık; onca sıkıntının ardından sabrının, direncinin, özverisinin ödülünü aldı mı güzel annem?

Terden sırılsıklam oluyordu yastığım. Geceler boyu içinde dönüp durduğum yatak bir işkence hücresine dönüyordu bayram yaklaştıkça. İçimde hep o korku vardı, annem bizden ayrılıyor muydu, yoksa doktorun dediklerine inanmalı, ”yaşam fonksiyonlarında bir azalma olmadığına” sevinip sakin olmalı mıydım? Bu nereye kadar sürecekti, zaman zaman açsa da bizi seçemeyen gözleri ne zaman görecekti, bağlandığı makineden ne zaman ayrılacak ve bize sevgisini ne zaman söyleyecekti. Ne zaman işitecekti ona fısıldadığımız sevgi ve özlem sözcüklerini? Umutluydum, silkinip atacaktı bu çaresizliği, bu belirsizlikten bizi kurtaracaktı. Bayramın birinci günü o inançla gittim yanına, hiç açmadı gözlerini, solunum makinesine bağlı olmasına karşın derin derin soluyordu. İkinci gün de bu tablo sürdü. Üçüncü günse beni almadılar, sadece ablam girdi yanına ve ağlayarak çıktı. Yine derin soluyor, gözlerini bitkin halde belli belirsiz açıyordu. O gece ilk kez ona bir şey olacak korkusunu çok güçlü bir şekilde duyumsadım. Sabahı zor edip doktorun yanına koşarak gittim adeta:

-      -Teyzenin durumu ağırlaştı. Kan gazı değerleri çok kötü, metabolik asidoz var, bikarbonat tedavisine başladık, her şeye hazırlıklı olun.

Sallanıyordu çevremdeki her şey; masa, koltuk, duvarlar, kapılar, ağaçlar, otomobiller. Her gece bir gün işitebileceğim endişesi ile sabahları zor ettiğim, uyku ile uyanıklık arası kötü haber alacağım tedirginliğiyle telefonu adeta kucağıma alarak yaşadığım günlerin sonunda o sözler çivi gibi yüreğime çakılı kaldı. Hastanenin bahçesinde kalakaldım, ne yapacağımı bilemiyordum. Sanki beklesem kurtulacaktı, yoğun bakım ünitesinin önünde dursam hisseder miydi kalbimin deli gibi çarpan atışlarını? Ablama, eşime haber verdim. Ağlayarak ofise geldim. Kapıları kilitleyip yeniden hastaneye döndüm. Yoğun bakım ziyaret saatini beklemeye başladım. Saatler süren bekleyişten sonra, annem bunu da atlatır, bizi bırakmaz avuntusuyla ayakta kalmayı başarabiliyordum. Saat üçü çeyrek geçe hasta yakınlarını almaya başladılar. Galoşları, önlüğü, boneyi ve maskeyi hızla takıp anneme koştum. Her zamanki gibi kıpırtısız yatıyordu, deli gibi atıyordu yüreğim, ona yaklaşırken monitöre kaydı gözlerim, solunumu normaldi, tansiyonu 5 ve 3. Nabız 50. Yanına eğildim, “annecim, meleğim!” dedim. O anda sanki bir deprem oldu, makinelerde kırmızı ışık yanıp sönmeye başladı. Uyarı sesleri bütün tırmalayıcı tonuyla servisi ayağa kaldırıyordu. Koşarak yanıma gelen hemşire “sizi dışarı alalım” derken önce monitöre takıldı gözüm nabız göstergesinde kan kırmızı rengiyle 0 yanıp sönüyordu ve annem kıpırtısız yatıyordu. Kendi aralarında arrest var diyerek hepimizi dışarı çıkardılar, koşuşturmaları izliyorduk sadece. Ne kadar geçti bilmiyorum, doktorun çıktığını görüp yanına koştum, bu korkulu rüyadan uyanarak kurtulmamız mümkün değildi:

-      -Durumu çok ağırlaşmıştı. 45 dk uğraştık ama döndüremedik. Başınız sağolsun…

Sonrası bir sessizlik. Hem çok kısa, hem de çok uzun. Sonrası bir inanmazlık, bir kabullenememe, ondan sonrasıysa sadece çaresizlik.

Tam 49 gün annemin sesini duyamadık can yoldaşım, ellerini tutamadık, göz göze gelip sevgiyle bakışamadık, sadece diren diye fısıldayabildik, saçlarını okşayabildik. Ne bayramlaşabildik, ne ellerini öpebildik, ne de vedalaşabildik. O sabrıyla, sevgisiyle kavuştu sana, boğazımızda düğümlenen selamımızı sen ilet, bizim için de sarıl, gül kokulu yanaklarından öp, becerikli ellerini avuçlarına alıp ısıt, uzaklarda kalan ıssız yüreklerimiz gülen yüzlerinizle aydınlansın. 




Hiç yorum yok:

Blog Arşivi