aylarca bir çocuğun gülüşüne takıldı
kalbim ki
bulanık bir gökyüzünde duru kalmış
tek incelik bulutuydu
(Birhan Keskin)
Can
Yoldaşım
Karlı
günlerin esaretinde kaldık. Başka iklimlerin sert kışı kadar olmasa da bu yıl
adamakıllı yağan kar belleğimizden silinmeye yüz tutan çocukluk yıllarına ait
anıların da tozunu silkeledi. Sessizliğe büründük, bahar uzaktaki zamanın
kıyısına sığınmış bir yetim gibi bekliyordu masumca. Sana dair rüyalarımızı
anlatıyorduk geceden kalma, ruhundan bir ses duymaya çalışıyorduk, izler
arıyorduk içinde sen olan. Seni anlatmanın ve seni konuşmanın tek yoluydu bir
gece yüreğe saplanan hançer acısındaki hayalinin bize görünüp kaybolan sisler
içindeki silueti.
Dönüp
bakıyorum 10 yıl olmuş; günler, aylar ve yılların bu denli hoyratça aktığı
zaman yokluğuna alışmamıza yetmemiş; avunmamıza, kabullenmemize bir hayrı
dokunmamış. Aynı duruyor her şey, acı aynı acı, yürek sızımız aynı,
özleyişimiz, gidişine inanmazlığımız ve yeniden geleceğine olan beklenti aynı.
Sana
sahip çıktığım kadar kendime sahip çıkamadığımı düşünüyorum. Bu düzensizlik,
ruhsuzluk, anlayışsızlık ve basitlikler beni çıldırtıyor sanki. Ne kadar rahat
tüketir olmuşuz iyi niyeti, hoşgörüyü, içtenliği, hesapsızca sevmeyi. Her gün
bir parçam daha kopuyor ben “hayır bu doğru değil!” dercesine nefes almaya
çalışırken aslında boğuluyorum usul usul. Bu nedenle de en çok hayatı anlatmanı
özledim. Hafakanlar bastığında içimizi, kafamıza göre bir yol tutturup, dünyayı
umursamadan saatlerce yürüdüğümüz günleri özledim. Yanımızdan akıp giderdi bir
su gibi insanlar, arabalar, evler,
sokaklar. Yorulup hiç gitmediğimiz bir kahvenin bize yabancı masalarında çay
içerken yeniden kurmuş olurduk içimizdeki dünyanın düzenini. Umut ve sevgiyle
bakardık gökyüzüne, yeni gelen günlere inanır, bir kıyısına iliştirirdik çocuk
sevinçlerimizi, beyaz düşlerimizi, saflığımızı..
Eskiyi
yaşatamıyorum. En önemli parçanın, can damarının sen olduğunu bile bile o
günlerin mutluluğunu geri getiremiyorum. İstasyona gidiyoruz kimi zaman.
Genelde bayram günleri, çünkü o zaman daha bir anlam kazanıyor yolculuklar,
gidip gelmeler, o telaş,o yoğunluk ve yüzlerdeki her şeye karşın birilerine ulaşacak
olmanın sonsuz umudu. Trendeki bütün yolculara el sallıyor Toprak ve Deniz,
çocuk yüreklerinin olanca saflığıyla. Yolcular da karşılık veriyor onlara,
makinist şapkasını sallıyor sevecenlikle. Gar binasının önündeki çam
ağaçlarının altındaki akşam karanlığı ışıklara boğuluyor bir anda, sanki seni
görüyorum kollarını açmış bize koşuyorsun. İlk kez o zaman tanıyor çocuklar hep
dinledikleri ama hiç bilmedikleri amcalarını. Kocaman bir yürek oluyorsun,
kocaman bir ağaç, ulu bir çınar, dalından koptu kopacak narinliğinde bir
yaprak, hüzünlü bir akşam serinliği, içimizi kıpır kıpır eden bir sabah güneşi
oluyorsun.
Sonra
kocaman bir tren oluyorsun, ardından el sallıyoruz; kim varsa, ne varsa içinde
taşıdığın bize gülümsüyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder