29 Kasım 2012 Perşembe

90.Mektup


Can Yoldaşım,
İsyan etmiştim; herkes yerli yerinde duruyor, bir tek sen gidiyordun. Çevremizde bütün yokluklara, acılara, hastalıklara karşın; sevdiğimiz sevmediğimiz, tanıdığımız ya da tanımadığımız herkes duruyordu. Sen yarım kalan düşlerin, yüreğinde büyüttüğün ve geleceğe dair beslediğin sevdalarınla, umudunla gidiyordun. Yollar duruyordu,  uzun bir hayata doğru uzanarak; ağaçlar yaprağını döküp yeniden yeşilleniyordu; bulutlar yağmurları besliyordu, toprak bereketi. Kuşlar uçuyordu uzak geleceklere. Seni bilmiyordu hiç biri, oysa ne çok sevmiştin onları. Kuşlarda seni görüyordum, çiçekte, toprakta, bulutta, yağmurda seni görüyordum. Sonra sevip yüreğinin otağında tuttuğun  güzel insanlar da gitmeye başladı bir bir. Gözün gibi bakıp sararıp solduğunu gördükçe hüzünlendiğin, yaprakları bir bir dökülen  çiçek gibiydi hayat; senin olan, senden izler taşıyan her şeyi geri alıyordu günü geldikçe. Ve ben o zaman daha da yalnızlaşıyordum. 
Yanlışlar yapıyordum, ayrılıyordum çizginden, yüreğinde taşıdığın resmim yıpranıyordu, seni üzüyordum. Anlıyordum yaşadığın düşkırıklıklarını, derin acılara büründüğünü.Yeni başlangıçlar icat ediyordum, temiz sayfalar açıyordum ve adını yazıyordum harf harf. Gülümseyişin oluyordu biri, biri boynu bükük duruşun, biri ezikliğin, biri kaşlarını çatışın, sesin gibi yankılanıyordu biri, diğeri ellerin gibi nasırlı, acıyla bakıyordu biri, öbürü suskun. O aynı rüzgar yine fısıldıyordu :


Şimdi sen öldün ya
Yumuşak bir çizgi

Ediniyor avuçlarına 
Yeni doğan çocuklar 
Artık sevda yazılarını
 O çizgiden okuyacaklar


Dönüp geriye baktığımda günleri, ayları, yılları görüyordum.  Nerelerde aradığımı izlerini, umutlarımı nelere bağladığımı ve aklımdan geçenleri kim bilebilir senden başka. Köşebaşında beliriyordu yüzün, birlikte yürüyorduk gecenin kör saatinde, kar yağıyordu usul usul; Sait Faik'in neredeyse ezbere bildiğimiz öykülerini sayıyorduk birbirimize: Simitle Çay, Kış Akşamı,Maşa ve Sandalye, Francala mı Ekmek mi... Sonra o kimsesiz, sessiz, yoksulluğundan nice küçük mutlulukları türetip kendi kendini büyüten çocukluğundan anlatıyordun. Tel arabaları, nar ağaçlarını, çarşamba pazarında Sağırın helvacı dükkanının önünde ayaküstü kurulan tahin sofralarını, tütün tarlalarını, ilk öğretmenin Raci Bey'i, ilk kitaplarını, babamın tomruk taşıdığı külüstür Gaz marka kamyonu, Eskici Emin'i, ortakçı Mehmet'i. Sisler içinde yitip gidiyordun, bir düş gibi karanlığa karışıyordun bütün varlığınla. İçimde tanımsız bir düşkırıklığı ile özlemek kalıyordu ellerimde bir tutam. Bir koku, bir ses, bir öpüş, bir sarılma...Demek yitirince sevdiğini kişi hep ağlarmış bir yanı; gücünü bağlılığından alırmış, yakasına yapışarak hayatın geri istermiş özlediklerini. Hep kavgalı olurmuş kendisi ile ve yorgun; iki kişilik düşünmekten, iki kişilik yaşamaktan.

 

Hiç yorum yok:

Blog Arşivi