29 Ağustos 2012 Çarşamba

87.Mektup

kocaman bir boşluk
hayatta mı içimde mi
uzun bir sessizlik
zamanın sırtında mı
bir eskici gibi iki büklüm gezen
yüreğimde mi ağır aksak ilerleyen saat umursamazlığında
öyle derin bir acı yargısız hükümsüz
sende mi bende mi

(Okan Copkıran)


 Can Yoldaşım,
Sabah uyanıp gözlerimi açar açmaz, sağ tarafıma düşen küçük pencerenin perde aralığından sızan gün ışığını yakalardım. Bağın dereye doğru uzayıp giden son asma sırasının yeşil sessizliği karşılardı sabahı. Bağ damının gıcırdayarak açılıp kapanan kapısı bir süre hiç susmaz, bir içeri bir dışarı çıkıp duran annemin telaşlı haline ayak uydururdu. Sabah ezanıyla uyanıp namazını ağustos serininde  karşı tepelerin buğulu yalnızlığıyla baş başa kalarak kılan Annem, ocağa koyduğu çay suyunun kaynamasıyla hareketlenir, içeri girip çıkarken kapının içimizi kıyan sesiyle mutlaka uyanacağımızı bilirdi. Artık rüzgarın daha da kuvvetlenip sıcakları alt etmeye başladığı günlerin serinliği, sonbaharın habercisi olur, hafiften hüzünlendirirdi göçebe günlerin kuyruğunda geçen avare aklımızı.Salça kaynatmaya başlayan, tarhana için sıcakların biraz daha sürmesini dileyen, ipliğe dizdiği patlıcan ve biberleri kurutmak için güneşi kovalayan Annemin enerjisi bizi yorar, hayretler içinde bakıp kalırdık koşuşturup durmasına. Sonra kararıp yeniden aydınlanan film sahnelerindeki gibi zamanın bir yerinden başka bir yerine sıçrayan hayat yeniden başlıyordu kaldığı bir yerden.
Yine açıyorum gözümü bir ağustos sabahı. Sen yoksun, gözleri yaşlı Annem artık eskisi gibi değil, zorlanarak yürüyor, beli bükülmüş, az konuşuyor, suskun daha çok. Yıllar sonra sahip olduğu torununun çocuk gözlerinde avunuyor yaralı yüreği. Bir Toprak güldürüyor, sarılınca bebek kokan kollarıyla, süt kokan dudaklarıyla öpünce ellerini ve konuşunca taptaze hayat kokan sesiyle, diniyor annemin içinde  kopan fırtınalar. Zor ediyor sabahları onu yeniden görmek ve duymak için. Acıdan sonra, karanlık günlerden sonra; peşimizden hiç ayrılmayan özleminin sarıp sarmaladığı bir bohça gibi sırtımıza yüklendiğimiz hayatın, kucağımıza bıraktığı umudun bebek haliydi önceleri Toprak. Seni sever gibi sevdikçe büyüdü ellerimizde, tepeden tırnağa sana dönüştü gözümüzün önünde, gönlümüzün derin ıssızlarında.
Nasıl dayandık diye sorarsan; demek kuşları sevmişiz,  ağaçları, asmaları, gökyüzünü, geçmişin iyi günlerini ve bebeklerin masum güzelliğini sevmişiz demek. Hepsi sen olmuş başlı başına, biz bir umut sarılmışız onlara. Hep yeniden doğmuşsun yüreğimizde, akıp giden zamanın kollarında büyütüp yeniden hayata salmışız seni. Yer sofrasının bir köşesinde ekmeğini tuz ve naneye banarak yiyen anılarından, onca karakış görüp boynunu bükmeyen sardunyalarından aldık sevgimizin çağıl çağıl akan tükenmezliğini. Sonra kararıp yeniden aydınlanan film sahnelerindeki gibi zamanın bir yerinden başka bir yerine sıçrayan hayat yeniden başlıyordu kaldığı bir yerden.
O eski dam yıkılmış,  yerine iki katlı bir bağ evi dikilmiş, bağın girişinden eve doğru uzayan yolun kıyısında ıhlamurlar, armutlar, şeftaliler, erikler, ayvalar, narlar sıralanmış birbiri ardınca. Kırmızı, beyaz güllerle mislenmiş bahçe; mutfak penceresinin önündeki  teneke kutularda gülümseyen fesleğenler, gözünü karşıdaki çınar ağacına dikip yolunu gözleyen babam gibi özlemiş seni. Annem, ablam, ben, hepimiz öyle kalmışız bir yerinde zamanın. Ve sonra, kararıp yeniden aydınlanan film sahnelerindeki gibi zamanın bir yerinden başka bir yerine sıçrayan hayat, yeniden başlamıyordu kaldığı yerden. O yazıyı görüyorduk hep birlikte: The End.




Hiç yorum yok:

Blog Arşivi