kocaman bir boşluk
hayatta mı içimde mi
uzun bir sessizlik
zamanın sırtında mı
bir eskici gibi iki büklüm gezen
yüreğimde mi ağır aksak ilerleyen saat umursamazlığında
öyle derin bir acı yargısız hükümsüz
sende mi bende mi
(Okan Copkıran)
Can Yoldaşım,
Sabah uyanıp gözlerimi açar
açmaz, sağ tarafıma düşen küçük pencerenin perde aralığından sızan gün ışığını
yakalardım. Bağın dereye doğru uzayıp giden son asma sırasının yeşil sessizliği
karşılardı sabahı. Bağ damının gıcırdayarak açılıp kapanan kapısı bir süre hiç
susmaz, bir içeri bir dışarı çıkıp duran annemin telaşlı haline ayak uydururdu.
Sabah ezanıyla uyanıp namazını ağustos serininde karşı tepelerin buğulu yalnızlığıyla baş başa
kalarak kılan Annem, ocağa koyduğu çay suyunun kaynamasıyla hareketlenir, içeri
girip çıkarken kapının içimizi kıyan sesiyle mutlaka uyanacağımızı bilirdi.
Artık rüzgarın daha da kuvvetlenip sıcakları alt etmeye başladığı günlerin
serinliği, sonbaharın habercisi olur, hafiften hüzünlendirirdi göçebe günlerin
kuyruğunda geçen avare aklımızı.Salça kaynatmaya başlayan, tarhana için
sıcakların biraz daha sürmesini dileyen, ipliğe dizdiği patlıcan ve biberleri
kurutmak için güneşi kovalayan Annemin enerjisi bizi yorar, hayretler içinde
bakıp kalırdık koşuşturup durmasına. Sonra kararıp yeniden aydınlanan film
sahnelerindeki gibi zamanın bir yerinden başka bir yerine sıçrayan hayat
yeniden başlıyordu kaldığı bir yerden.
Yine açıyorum gözümü bir ağustos
sabahı. Sen yoksun, gözleri yaşlı Annem artık eskisi gibi değil, zorlanarak
yürüyor, beli bükülmüş, az konuşuyor, suskun daha çok. Yıllar sonra sahip
olduğu torununun çocuk gözlerinde avunuyor yaralı yüreği. Bir Toprak
güldürüyor, sarılınca bebek kokan kollarıyla, süt kokan dudaklarıyla öpünce
ellerini ve konuşunca taptaze hayat kokan sesiyle, diniyor annemin içinde kopan fırtınalar. Zor ediyor sabahları onu
yeniden görmek ve duymak için. Acıdan sonra, karanlık günlerden sonra;
peşimizden hiç ayrılmayan özleminin sarıp sarmaladığı bir bohça gibi sırtımıza
yüklendiğimiz hayatın, kucağımıza bıraktığı umudun bebek haliydi önceleri
Toprak. Seni sever gibi sevdikçe büyüdü ellerimizde, tepeden tırnağa sana
dönüştü gözümüzün önünde, gönlümüzün derin ıssızlarında.
Nasıl dayandık diye sorarsan; demek
kuşları sevmişiz, ağaçları, asmaları,
gökyüzünü, geçmişin iyi günlerini ve bebeklerin masum güzelliğini sevmişiz
demek. Hepsi sen olmuş başlı başına, biz bir umut sarılmışız onlara. Hep
yeniden doğmuşsun yüreğimizde, akıp giden zamanın kollarında büyütüp yeniden
hayata salmışız seni. Yer sofrasının bir köşesinde ekmeğini tuz ve naneye
banarak yiyen anılarından, onca karakış görüp boynunu bükmeyen sardunyalarından
aldık sevgimizin çağıl çağıl akan tükenmezliğini. Sonra kararıp yeniden
aydınlanan film sahnelerindeki gibi zamanın bir yerinden başka bir yerine
sıçrayan hayat yeniden başlıyordu kaldığı bir yerden.
O eski dam yıkılmış, yerine iki katlı bir bağ evi dikilmiş, bağın
girişinden eve doğru uzayan yolun kıyısında ıhlamurlar, armutlar, şeftaliler, erikler,
ayvalar, narlar sıralanmış birbiri ardınca. Kırmızı, beyaz güllerle mislenmiş
bahçe; mutfak penceresinin önündeki
teneke kutularda gülümseyen fesleğenler, gözünü karşıdaki çınar ağacına
dikip yolunu gözleyen babam gibi özlemiş seni. Annem, ablam, ben, hepimiz öyle
kalmışız bir yerinde zamanın. Ve sonra, kararıp yeniden aydınlanan film
sahnelerindeki gibi zamanın bir yerinden başka bir yerine sıçrayan hayat,
yeniden başlamıyordu kaldığı yerden. O yazıyı görüyorduk hep birlikte: The End.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder