Seni yağmurlar getirir odama
üşümüş bir kumru çalar kapımı
bakışın var senin yokluğun var
geçip gider zamanda
Gülücüklerin bende durur
eski mavilikte hep aynı yıldızlar
sensizliğim büyür odalarda
sensizliğim ölüm kadar
Gözlerimdir gözlerimden kaçan gözlerim
sevildiğim günler aynanın arkasında
yaklaş ölmeden önce çabuk
içimde can çekişir seni bekleyen çocuk.
(Suat Taşer)
Can Yoldaşım,
Tıknefes bir yaşamın izini sürer gibi, bitip tükenmeyen bir iç darlığıyla geçerken günler, derinlerinde duruyorsun zamanın. Buram buram toprak kokan bir Nazım şiirine benziyordu gözlerin, susuyordun, duruyordun orada yüzyıllık bir halk türküsünü söyler gibi yürüyordun, değip geçiyordun tepeden tırnağa çiçek kokan bir yalnızlığa. Beni sende arıyorlardı, bir masalın kuytusunda buluyorlardı asmaların yeşiline sinmiş küçük çocuk korkusuyla titrerken. Hep sıradışı öykülerin kucağında pışpışlanan, her şeye meydana okuyan sevgilerin duldasında avunuyordum adını uçsuz bucaksız ıssızlıklara kazırken. Kimsenin okumadığı ya da anlayamadığı dipnotlarıydılar acının, sahipsiz ve yalnız büyüyorlardı, susuzluğa direnen kıuru gövdeleri gibi ulu ağaçların eğmeden dallarını göğe uzanıyorlardı:
Gitgide ona yaklaşıyorum galiba. Bilmiyorum ben nasıl kabul edecek? Umarım iyi karşılar. Yaşarken taşınması ağırdı. Yaşadıktan sonra o adın taşınması daha da ağırlaştı. Bu ağırlık nereden geliyordu? Başka türlü bir yaşam modeli örneğiydi bizim yaşamımız. Günlük yaşamın değerleri bizim için önemli değildi. Hiç arabamız olmadı ya da hiç kaloriferli evde oturmadık... Doğanın içinde yaşamayı istedik. Buraya da Datçalılarla birlikte olmak için geldik.
Can Yücel'in ardından eşi Güler böyle yazar. İçimi ürpertip beni bir yerlere götüren ayrılık öykülerinin duyarlı kahramanlarından biri o da. duygularını çok iyi dillendirip söze ve yazıya döken yaşam ustalarının ayrılığa, özleme, acı ve ölüme yüklediği derin anlam; nükseden bir hastalık gibi her yanımı kavrayan, çepeçevre sarıp sarmalayan ruhsal yalnızlığın altını çizip belirginleştirirken, aradığımı o güzel insanların satırlarında buluyorum. Kolları kanatları kırılmış, özleyerek yaşayabilmenin zehir zemberek tadını duya duya ayakta durmayı ne pahasına başardıklarını öğrenirken bir yanım, yitirmenin ve beklemenin; hep özleyerek anımsayarak günleri tüketmenin, her ayrıntıda geçmişe dönüp geride kalan güzel anları yeniden bütün tazeliğiyle gül koklar gibi içe çekmenin burukluğuyla başı dik durmayı başarıyor öbür yanım. Demek direnmek bu, karşı koyup güçlendiğini duyumsarken, bütün görkemiyle insan yüreğinin sarsıla sarsıla ağlayarak onur savaşına girmesi ve onu kazanması, olgunlaşıp büyümesi, yenilip çökerken bile bir yanıyla kazanması, kendi kendini iyileştirmesi bu demek ki!
Pazara giderdik birlikte. Ara sıra da kaybolurdum ben. Aradan bir süre geçince, pazarın öbür ucundan bana o davudi sesiyle seslenirdi "Güleeeeeer" diye... "Yine nereye kayboldun sen " diye çıkışırdı bana... Sonra da "Seni bir an kaybetmek istemiyorum" der elimden öper ve elimi olanca kuvvetiyle sıkardı...Aradan bu kadar zaman geçmesine rağmen senle dolaştığımız sokaklarda gezinirken saniyenin kaçta kaçı kestiremiyorum... Bir ses, Can'ın davudi sesi "Güler" diye seslendi yine... Duydum bu sesi. Yine birbirimizi kaybetmiştik, arıyorduk birbirimizi... Arkama baktım, aradım. Biliyorum orada idi. Tekrar seslendi. Yine arkama baktım, kaybolmuştu. Yok, yok, yoktu işte..Günün belirli saatlerinde, değişik duygulara kapılıyor insan... Sabah başka, öğlen başka, günbatımı bambaşka duygularla yoğunlaşıyor...Köy yerinde insan daha iyi yaşıyor bunları. Veya bana öyle geliyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder