21 Aralık 2009 Pazartesi

53.Mektup


Seni söz konusu etmeyelim. Senin doğan ayrı,
dile sığmaz.
Senin bambaşka kıldığın masayı
süsler öteki çiçekler, biraz.

Seni korlar sıradan bir masaya,-
her şey işte değişti:
belki sözler aynı sözler ama,
bir melek söylemekte şarkıyı sanki.

(Rainer Maria Rilke / Güller / XVI)

Can Yoldaşım,

Unutulup sonra yeniden anımsananların, kişinin usunda kalmış, ama artık o eski yerlerinde bulunamayanların hüznünü yaşamıştır çok kişi. Çocukluğumdan bu yana yaşamın ve zamanın orta yerine attığım ilgi ve merak ağlarına dolanıp kurgusunu yaptığım öykülerin içine yerleştirdiğim kimi insanların izini yitirirdim bir gün. Ummadığım anlarda karşıma çıkar, kendime sakladığım belli belirsiz bir sevincin kaynağı olurlardı, yabancı bakışlarının hiç bilmediği varlığımı şöyle bir süzüp unuturlardı beni, kırık dökük yaşamlarının bendeki öneminin ayırdına varamadan.

Her sabah çöpleri karıştıran, kağıtları, kartonları, cam şişeleri sırtındaki çuvala atan ihtiyar adama, sıcak bir yaz ikindisinde birahanenin bahçesinde otururken rastlardım aylar sonra. O çakırkeyif haliyle ve yorgun bedeninin tutsağı olmuş boş gözlerle bakardı yarını belirsiz ömrüne.

Kış soğuğunda, çevre kasabanın yol ağzında araba bekleyen gündelikçilerin arasında, ilerlemiş yaşının bütün acıları yüzünden okunan kadının gözlerini unutamazdım hiç. Zeytin toplama zamanı geldiğinde, soğuktan kıpkırmızı olmuş zayıf yüzü, çakır gözleri ve yaralı elleriyle hep aklıma düşer, yaşam üzerine iç burkan öykülerin odağına yerleştirirdim belleğime kazınmış o bir anlık görüntüsünü. Sonra kentin kişilik değiştirip yoksullaştığı, kimsesizleştiği, yalnızlaştığı, varlığı konusunda çelişkiye düşüp kendini yitirdiği, köy kokan ıssızlarında karşılaşırdım onunla; sırtına olanca ağırlığıyla yüklediği çalı, çırpı ve odunların amansız baskısının iki büklüm yaptığı belini biraz doğrulttuğunda gözlerinden bilirdim zamanın bir yerinden kopup gelen acının zavallı imgesini.

Yazsonu serinliğinin yollara, sokaklara ve geceye düşüp elleri cebinde yürümeyi dayattığı geçmiş günlerin bendeki buruk bir yansıması olmuştur hep yazlık sinemalar. Adlarına denk düşen mevsim usul usul sonbahara dönmeye başladığında daha çekici olurlardı sanki. Belki pılı pırtısını toplayan bir yolcunun kanıksadığı ayrılık anlarına benziyordu bu zamanları ve son bir kez daha görüp öpülmek istenen sevgilinin hatırda hep kalan güzelliği gibi yer ediyordu bellekte. Sinemanın yazlık bahçesine doğru açılan koridorun loşluğunda yürürken duvarlara asılmış afişlere takılırdı bakışlarım. Resimlerdeki yüzler ve isimlerde soluyordu ilk gençliğim, ömrünün olgunluğa doğru ilerleyen orta yaş abiliği dönemlerinde savruluyordu ipek saçların, derinlerinde bir yerlerdeki umudu ışıl ışıl saçan,kara gözlerinin içi gelecek korkularından uzak bir anın mutluluğuyla gülüyordu. Mustafa Balbay'ın bir yazısında karşılaştığım sözleri doğruluyordu geçmişin senle geçen günlerini: “Kesintisiz bir yaşam sürer gibi....”

Uzun zamandır bir kitabı elime alıp bir solukta bitirdiğim olmamıştı.

Kesintisiz bir yaşam sürer gibi....

Yaşamı kesintiye uğratan ayrılıklar, ölümler, acılar, hapislikler, hastalıklar bir gün mutlaka yüzleşeceğimiz gerçekler olsa da isyan etmeden, gözyaşı dökmeden ve hep sevdiğimiz birilerini özlemeden onları kabullenmek zor can yoldaşım. Şimdi geriye dönüp baktığımda, o sidik kokulu sinema koridorunun iki yanında yükselen duvarların da bir dili olduğunu çok iyi anlıyorum. Yaşadığımız günlere ilişkin kesintiye uğramamış bir geçmiş zaman akışının resimlerinde Kara Çadırın Kızı adının çağrıştırdığı, dokunup geçtiği, usulca omuzuma dokunup anımsattığı bir şeyler vardı; belki bir zaman sonra yitip gidecek olan duyguların, değerlerin acısı çökmüş gibi bakan İbrahim Tatlıses ile Perihan Savaş'ın uzak bilinmezlere kilitlenmiş gözlerinde okunuyordu: Bir gün sessizce gidecektin yanımdan, ellerinin sıcağında büyüttüğüm çocuk düşlerimle kalacaktım bir başıma; içinde olduğun, yüreğininin değdiği, ellerinin biçimlendirip gözünün sevdalandığı her şey seni özletecekti; seni arayacaktım her ayrıntıda, sözde, gülüşte ve gözyaşında; yokluğunla büyüyecektim, içimde boynunu bükmüş duran senle yaşlanacaktım; yere göğe sığdıramadığım, tanımlayamadığım o sınırsız sevginle yenecektim korkuları ve hep o yazsonu akşamlarının serinliğinde yatan hüzün mevsiminde tüketecektim zamanı. Sana benzeyen insanların acıklı öykülerinde bulacaktım üretken ömrünü, onların yaratıcılığıyla avunacaktım alçakgönüllü, sessiz sedasız bıraktığın güzelliklerin özlemini derinlerimde duyup için için ağlarken.

Düşlerin sınır tanımazlığını anlatır, sevdasını yaşayan deli yüreğin mucizesidir hüzünlü yaşam öyküsüne sığan, tıpkı kısa bir film tadında:


Senle bayıla bayıla, hayranlıkla izlediğimiz Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminin yönetmeniydi Ahmet Uluçay. Filmlerinin gösterildiği festivaller dışında (Kütahya'nın Tavşanlı İlçesine bağlı Tepecik) köyünden hiç çıkmayan yönetmen öldü. Beyin tümörü nedeniyle uzun yıllar boyunca verdiği savaşı yitiren, hastalığının acımasız kollarında yaşam ışıklarını söndürüp kendini o sonsuz uykunun kollarına bırakan bu güzel insan; düşleri gerçekleştirme yolunda yerin ve zamanın değil, delice bir tutku ve sevgiyle emek vermenin, yaratmanın, üretmenin önemli olduğunu kısa ve alçakgönüllü yaşamına kazıdığı eserleriyle kanıtlayarak geçip gidiyor bu dünyadan.Işıl Özgentürk'ün 6 Aralık tarihli yazısına aktardığı sözleri sanatının ipuçlarını veriyor, çocukluğunun ışık oyunlarıyla düşlerini kanatlandırdığını anlatıyor:

Elektrik geldi her şey bozuldu. Elektrik bütün gölgeleri, gizli köşeleri, karanlığın içindeki ışığın büyüsünü yok etti. Oysa kandillerin, mumların yandığı zamanlarda her şey daha farklıydı. Bir masal gibiydi her şey... Ben o günlerde dokuz yaşındaydım, mescitten dışarı çıkmazdım. Çünkü mescitin içinde kandiller yanardı. Kandil ışığında mihraptaki eski Türkçe yazılar sanki gökyüzüne fırlarlardı. Başkaldırırlardı. İşte ben bunu hiç bir zaman unutamam. Ne zaman bir film yapmak düşüncesi aklıma gelir, çocukluğumun ışık oyunlarını anımsarım ve onları her seferinde başka bir düş için yeniden kullanırım.

Hiç yorum yok:

Blog Arşivi