8 Ocak 2009 Perşembe

39. Mektup


siz mi nehirsiniz, ben mi yoksa
ben miyim dökülen denize, siz mi
akıyorsunuz bana

susuzluğumu gidermeye çalışıyorken
gözden kaybolmanız niçin
siz gidermeye çalışıyorken, ben çıkıyorum
ya ortaya

(Shabbir Banoobhai / Gökyüzü / Siz mi Nehirsiniz, Ben mi Yoksa)


Can Yoldaşım,

İçin için ağlayarak bize baktığını biliyordum. Gözlerindeki dalgın gülümseyiş, ellerindeki telaş, sözlerindeki yorgun tını anlatırdı seni. Yüreğindeki kara kışın hüküm günlerinde, ilkyaz habercisi kır çiçeklerini kucağımıza bırakıp da gittin, hiç bilmedik hangi yangın yerine dönmüş kıraç toprağın koynunda büyütüp yalnızlığın zemherisinde nasıl yeşerttin. O kara günlerin zulasında duran ayrılık hançerinin keskin yüzünde ışıldayan acı; kaç kere inip kalktı sırtına da, bir aman demedin. Oysa aldığımız her soluk sana ağlardı, gördüğümüz her düşün sonunda, gelecek güzel günlerin umutlu imlerini arar, küçük avuçlarımızın arasında ısıtmaya çalışırdık direncinin kutsal ellerini. Adını bile bilmediğin bir ozanın, daha önce okumadığın dizelerini sanki kulağımıza fısıldayarak yaşadığın günlerin, üzerimizde bıraktığı tortu gerçekten "zamanın sesi" miydi:

ve ölümden söz etmeyeceğim asla
bir kayanın dibindeki siklamende
sürse de hayatınız

hep birlikte zamanın seslerini dinleyeceğiz.

(Metin Fındıkçı / Katran)


Yokluğuna nasıl inanırım, bakışlarımı çevirdiğim her pencerede bana doğru koşan yüzünün sevinci asılı dururken. Her yol ağzında beni bekliyor gibi duran sesin içimde yankılanırken seni nasıl unuturum. İlk aldığında herhangi bir sayfasını açıp burnuna götürerek uzun uzun kokladığın kitaplardan içine akıttığın kağıt kokusuna zamanın tozu hiç sinmedi. Hala çınarların, çamların, söğütlerin arasında salına salına akan dereler gibi çağıldıyor beni içinde büyüttüğün o satırlardaki insan sıcağı.

I.Çocukları anlatır, değişik bir coğrafyada yaşıyor olmanın bedelini hiç büyüyemeden öderler:

Gazze ya da Darfur ya da şimdi adını anımsayamayacağım bir başka dünya ülkesinin,(aslında yerin, zamanın bir önemi var mı?) üzerinde yükselen şiddet, yoksulluk ve acının bütün insanlığın gözünü yaşartıp soluk alamaz hale getiren; o sönmeyen yangınının tüten dumanları arasından hiç büyüyemeyen çocuklara ait cansız bedenler taşınıyor kucaklarda. Onlar eğreti sevinçlerini, alçakgönüllü umutlarını ve küçük mutluluklarını bir ucuna iliştikleri hepimizinkinden apayrı bir dünyada yaşıyor olma şanssızlığının bilincinde miydiler, bilmiyorum. Bir anda gelişip yayılan şiddetin pençesine düşen küçücük yüreklerinde taşıdıkları can, avuçlarımızda tuttuğumuz bir kuş umarsızlığıyla kısa ömürlerinin kara yazgısında çırpınıp durdu. Bir yerde gücü kesilip derin bir suskunluğun kollarına bıraktı kendini. Politik bir gözdağının kurbanlarıydılar, vahşetin kurşun askerleri bozup gitti yoksul çocukluklarının en tatlı oyunlarını. Yaşam kaldığı yerden sürmüyor ki, yıkıntılar arasında kaldı bu adaletsiz çağın en utanmaz yanı.

Bir çocuğun ağlayışı neye benzer ki! En iyi o gözyaşları anlatır, güçlüden yana işleyen düzenin acımasız çarklarını. Hep uzaktan bakıp içine giremediğimiz bir gölge oyununda onlar bilir korkuyu da, ölümü de, açlığı da.
Şiir /
Sığdırmaktır bir çocuğun alnına / Ne varsa dünyada hayata dair

(Abdülkadir Bulut)

Çocukların çiçek bakışlarında solmaktadır yaşamın bütün renkleri. Belki yeniden can bulur zamanın belleğindeki yıkık kentlerin hüzünlü silueti. Okullar, hastaneler, fabrikalar, yollar, köprüler yeniden işlemeye başlar bedelini çocukların ödediği büyüklere özgü bir yap-boz oyunun sanal platformunda. Ve içinde usul usul boğuldukları küresel bir terazinin hiç ağır basamayan kefesinde asılı durur, yaşadıkları coğrafyanın bütün tozu dumanı.

II. Yaşadıklarımız Ziya Paşa'nın o ünlü beytini anımsatır; bir garip gidişin dalgalarında sürüklenen düzenin sorgusunu kim yapar?

Kentin eski dönemlerindeki kalabalığını yitirip işlerliği, aranılırlığı gün gün azalan meydanına bakan lokantanın önündeki masaya oturmuş, yemek yiyen biri şişman ve esmer, diğer zayıfça iki adamın gözleri karşı kaldırımdaki berber dükkanının duvarına sırtını dayamış duran adamınkilerle kesiştiğinde, şişman ve esmer olan, gelen geçenin başını çevirip ona ve sözlerini yönelttiği adama bütün dikkatini vermesine yetecek bir tonda seslendi:

-İsmail! Karnın açsa gel.

İsmail zayıf bedenini dayadığı duvardan çekip doğruldu. Uzun bir zamandır bakışlarının kilitlenmesine karşın, aslında görmediği, hiç ayrımında bile olmadığı şişman ve esmer adamın teklifinin kendisine yapıldığını meydanda işi olup da eğleşenlerin anlamasını istemez bir edayla karşılık verdi:

-Sağol, sağol aç değilim.

Şişman ve esmer adam çiğneyip de henüz yutamadığı lokmaların ağzında yaptığı kalabalığın da etkisiyle olsa gerek, hırıltılı bir öksürük nöbetini andıran ısrarlı sözlerle yaptığı çağrının sonuç vermeyeceğini biliyor olmasının, esmer gülüşüne kattığı iticiliğin ayrımında değildi:

-Valla bak, açsan gel!

İlk bakışta bir inşaat işçisini andıran duruşu ve tavırlarıyla kendini ele veren İsmail, sağ elinin ayasını sol göğsünde duran yüreğine bir kaç kez bastırıp kaldırarak camiye doğru giden dar sokağa doğru yönlendirdi küçük ama ivecen adımlarını. Masada oturan iki adam onu çoktan unutmuş, gürültülü konuşmalarının odağına yerleştirdikleri havadan sudan konuların derinliğine dalıp gitmişlerdi.

"Karnın açsa, gel" çağrısı yapılan İsmail'in kişiliğinde somutlanan; yokluğu çekilen, insana özgü bütün gereksinimlerin hak sahiplerine sunum biçimindeki yaralayıcı yöntemdir. Yöntemin insan onurunu kıran yanı, var olan ülkesel koşulların dayattığı tek çözüm olarak gösterilmesidir. Ne yazık ki yardım ya da dayanışma kavramlarını sadece belirli bir kitlenin kapsama alanına sokup iktidar aracı haline dönüştürmenin ve başka bir seçeneği olmayan insanların istem özgürlüğünü elinden almanın dayanılmaz hafifliğini taşıyan siyasal düzenin eleştiriye olan tahammülsüzlüğü Ziya Paşa'nın o ünlü beytini anımsatıyor:

Kadı Ola davacı ve muhzir dahi şahit
Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?

III. Öylesine bir metin, görüp beğendiğim bir resmin renklerinden aldığı esinle yazılır:

Resim George Bodine adlı sanatçının yapıtı. Bütün renk zenginliğini yağmurdan, geceden ve sokak ışıklarından alan resmin ilk görüşte etki alanına aldığı insan duygularının toplaşma yerinin adı yalnızlık olsa gerek. Şehir ışıklarının aydınlattığı yağmurlu gecede birbirine sokulup aynı şemsiye altında yürüyen iki insan değildir bu resimdeki özne. Arkalarında tek başına yürüyen biri vardır mutlaka.Gördüğü herşey ve herkes yalnızlığı duyumsatırken, yanından geçtiği evler, seslerini duyduğu insanlar, üzerinde yürüdüğü ıslak kaldırımlar ona bu zamanın ve kendine yabancı gelen kentin orta yerinde varlığını sorgulatır. Kimsesizliğinin acısını içgüdüsel bir tepkinin yönlendirdiği anlık bir karar ile dağıtma çalışır, önünde giden kadın ve erkeğin hemen yanından sürtünürcesine ve hızla geçerek adresi olmayan bir başka yöne doğru atar kendini. Belki de hızlı ve ivecen adımlarına bakıp da onun da gideceği bir yeri olduğunu sanmasını istemiştir, aslında kimsenin diğerlerinin ayırdında olmadığı, kimsenin kimseyi duymadığı, işitmediği ve görmediği bir dünyanın yansımasından öte bir anlamı olmayan o sokaktan gelip geçenlerin. Adını ve konusunu bile bilmediği bir filmin gerçeküstü görüntüleri arasında kendini yitirmek için bir sinemaya dalar tam orta yerinden; film tek başına yaşayan bir adamı anlatmaktadır....

Hiç yorum yok:

Blog Arşivi