22 Aralık 2008 Pazartesi

38. Mektup


Her acıdan bir çizgi
kalsa bile alnında,
bir gölge düşse bile
duyduğu kederden gözlerine,
eksilmez dudaklarından gülüşü.

(Kemal Özer / Araya Giren Görüntüler / İlerde Görecekler)

Can Yoldaşım,

Özdeş ilgi alanlarıyla, benzer ayrıntıların bütünlediği, aynı yürek çarpıntılarıyla yaşayan iki ayrı bedendik. İkimize de zor gelirdi ayrı kalmak, yaşamdan aldıklarımızı bölüşemeden. Görmeliydin, duymalıydın, tanımalıydın... hala ısınamadım bu sözlere. Deyim yerine uygun düştü mü bilmiyorum ama, doğrusu, yokluğunda boğazıma diziliyor yaşam lokma lokma. Hiç bir şey içime sinmiyor.

Aslında bizi sadece özlem dolu mektupların ayırdığı uzaklardan, önce "halini hatrını sual edip" sonra da ayrı geçen günlerimizin umudu, zeytin yeşili yolların, birbirine yabancı iki kentin ıssızlığında duran yalnızlığımıza taşıdığı buruk selamlarla çalmak isterdim hüznümüzün kilidi olmayan kapısını. O zaman sesimizi duyurur, direncimizi büyütürdük yakındaki bir geleceğin güzel düşlerini yakalamak için. Varlığımızı birbirimize duyumsatmanın sevinciyle avunurduk.

Oysa yokluğunun kurak geçen mevsimindeyim.Sen diye yağmurları sevdim.

I. Bir anne ve "hayatı bu kadar çok sevme anne!" diyen oğulu anlatır, pek çoğunun yaşadığı drama benzer:

Okuduğum yazının başlığıydı : "Hayatı bu kadar çok sevme Anne!".. Yazar Müjde Arslan, Susan Sontag'ın üçüncü kez ve tam 71 yaşında yakalandığı kanserle yaptığı savaşı, oğlu gazeteci ve uluslararası ilişkiler uzmanı David Rieff'in bir kitaba dönüştürmesini işlemiş. Yazara göre David Rieff'in bu girişiminin kökeninde "tüm hasta yakınları gibi onun için bir şey yapamıyor olmanın acısı ve iç huzursuzluğu" yatmaktadır. "Ölüm Denizinde Yüzmek" adındaki kitabın yazarı David Rieff'in annesi Susan Sontag'a hastalık günlerinde en çok söylemeyi istediği "hayatı bu kadar çok sevme anne!" sözüne gönderme yapan Müjde Arslan yazısını ilginç bir yargıyla bitiriyor : "Belki de ölüm, hayatı çok sevdiğimiz için vardır"..

Hayır Can Yoldaşım, ölümün hayatı çok sevdiğimiz için var olduğuna inanmıyorum ben. Yaşamın özünde pek çok bilinmezliği barındıran ikinci bir boyutudur ya da onu varlık alanına çıkaran gerçekliğin sonunda gelip dayandığı fiziksel bir sınırdır ölüm. Bu bağlamda yaşamı sevmek, ölüm duygusunu ya da korkusunu körüklemez, olsa olsa hafifletir onu.
Ölüm yürüyemez, soğuktur elleri ayakları
Geçer gider dünyanın üstünden, bugün var yarın yok

(Süreyya Berfe / Büyür senin Ölümün)

İnsanın karşısında; canından çok sevdiği bir yakını, yaşamının belki de en önemli parçası acılar içinde bedeninde bir tükenişe doğru giderken ;ona yardım edememek, umarsızca izlemekten başka seçeneği olmamak, o çok katı bulduğum sözleri söyleyebilmesinin ya da söylemek istemesinin hafifletici bir nedeni olabilir mi? (Sen iyi ki yaşamı sevdin. Yaşamı sevdikçe bizleri de sevdin tutkuyla. Bizleri sevdikçe, ruhunun her bir parçasını acılı yüreklerimize, hiç düşünmeden, emanet ettin. Hoyrat zamanların yelinde savurmadın güzel duygularını. Yaşamın her anında adaletin hiç şaşmaz terazisinde tartıp özverilerinle dengelediğin sözlerini, umutlarını, düşlerini ve gülüşlerini çiçek gibi yakalarımıza iliştirdin birer birer. Nereye gitsek kokusunu duyduk, o senle geçen güzel zamanların. Sen iyi ki yaşamı sevdin. Çünkü o yaşam ardında boynu bükük kalmış bir sevgili gibi özlüyor seni, ona olan bağlılığına hiç ihanet etmeden, anılarını yaşatıyor. Yetim bırakıp gittiğin zavallı bir çocuğa benzeyen yaşamı iyi ki sevdin. Onu biz büyütüyoruz şimdi.)...

(...)

Gözden kaçırılmaması gereken bir nokta, insan yüreğinde bir tek duygunun bile ölümü altedecek güçten yoksun olmadığıdır; dolayısıyla, ardında savaşı kazanabilmesine yardımcı olacak bunca dayanağı bulunan insan için ölüm hiç de korkulacak bir düşman değildir. Öç, ölümü yener; sevgi küçümser; onur özler; üzüntü koşa koşa gider ona; korku ise onu önceden benimser; üstelik tarihte okuduğumuza göre, imparator Ottho'nun kendi canına kıymasından sonra, duyguların en incesi olan acıma duygusu, bir çok kişiyi efendilerine bağlılıklarından dolayı ölüme yöneltmiş.

(Francis Bacon / Denemeler / II - Ölüm Üstüne)


II. Bir ozanın umutsuzluğunu anlatır, "şiir hayatın neresinde?" diye sorar:

Şiir uygarlık bilincinin merkez üssüdür. Çünkü insana ve yaşama ilişkin ayrıntılarda ; sevgiyle, aşkla, inançla, dirençle örülmüş bir duyarlığın gözle görülüp elle tutulamayan kurallarını yapılandırır. Ülke olarak özlemini çektiğimiz "insana verilen değer" kavramının içini boşaltıp ikiyüzlü bir toplum ahlakıyla bağdaştıran, kuşaktan kuşağa aktarılıp üzerinde titrenmesi gereken kültürel zenginlikleri savurganca eritip tüketen toplumsal yaşam yoksulluğumuzun sığ sularından okyanuslara açılabilmenin yoludur. Belki de hukukta, politikada ve iş yaşamında bireysel olarak özümüzle uzlaştırmayı başaramadığımız sorumluluk duygusunun geliştirilebilmesinde etkili bir araçtır. Ancak şiir "hayatımızın hiç bir yerinde" yok. Ozan Ataol Behramoğlu kırılan umudunu yazmış :

(...)

Bizimki gibi sonradan olma, öykünmeci, giderek tam sömürgeleşecek yarı sömürge ekonomilerde ise, başta insanın kendisi olmak üzere her şey tüketim metaıdır.

Şiir, doğası gereği, bu pisliğe uyum sağlayamaz...

Onun için de yaşamın dışına itilmiştir.

Kazıdığınızda ancak birkaç santim derinliği bulunduğunu, onun da birtakım sığ ve ordan buradan kopya edilmiş duygu ve düşünce kırıntılarından ibaret olduğunu göreceğiniz kişiliklere şiirin söyleyebileceği bir şey ne yazık ki yoktur...

Şiir ancak onu kabul etmeye hazırsanız size kendini açacaktır...

Yazı başlığını oluşturan sorunun yanıtı, şiirin bugün yaşadığımız hayatın hiçbir yerinde bulunmadığı, sürgünde olduğudur...

Bütünüyle eğitim sistemi, çok az istisnası ile yazılı-işitsel ve görsel medya ve yayıncılık sektörü, tüketim ekonomisinin buyruğunda, bu sonucun sorumluları ve başlıca etkenleridir...

Şiirsiz, derinliksiz, yoz bir dünyaya doğru, hep birlikte yol almaktayız...

III. Yaşamı resmeder; ilk bakışta sonuna gelinmiş bir şeyleri çağrıştırır, bir yere gidenleri, dönmesi beklenenleri:

İlk baktığımda yalnızlık üzerine kurulmuş; daha doğrusu geçip giden yılların kendisine sunduğu, başka bir seçeneği içermeyen sürecin gelip dayandığı noktadaki sessizliğin, bekleyişin esir aldığı bir kesiti gösteriyor. Hareket alanı sınırlanmış, üretme ve ürettiklerini bölüşme mutluluğundan ayrı kalmış, usul usul sonunu bekleyen bir hüznün kokusunu alıyor insan. Ya da hiç umulmadık bir anda yitirilen yaşama ilişkin önemli bir parçanın, bir kişinin ardından paramparça olan ömür çizgisinde, bütün yoğunluğuyla kendini duyumsatan bekleyiş anlarının kırgın sisleri ve gölgesi çökmüş olmalı bu pencere önü dinginliğine. Artık anıları ve geçmişte kalan sevdikleri, dostları ile çıktığı düşsel yolculuğun sadece bir fincan kahve pişirimi kadar kesintiye uğrayan zorunlu durak noktalarının sonunda, dönüp gelinen yer pencere önündeki bu sallanan sandalyedir yine. Bu umutsuz bekleyişin kesiştiği çok uzaklardaki ufuk çizgisinin eriminde sessiz bir sorgulaması mı yapılır yaşanıp tüketilmiş olanların, yoksa belirsiz bir noktaya mı kilitlenmiştir pencerenin önünde duran gözlerin yorgun ve (belki de) yaşlı öznesi? Pencerenin içeriye yansıttığı yaşamın görüntülerindeki küçük ayrıntılar, boynu bükük bekleyen için büyük sevinçlerin kaynağıdır aynı zamanda da, belli belirsiz varlığı duyumsanan uzak şehir ışıkları gibi yanıp sönerler. Başı öne düşüp uyuklamaya başladığında zaman, çıkan yelle birlikte sallanan ağaç dallarının yorgun gölgeleri oynamaya başlar bahçede. (Fotoğraf Petri Volanen'e aittir)...

Hiç yorum yok:

Blog Arşivi