30 Ekim 2008 Perşembe

33.Mektup

Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden böyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet Abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denizine benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
......
(Edip Cansever / Sonrası Kalır / Mendilimden Kan Sesleri)

Can Yoldaşım,

Hep aklımın bir köşesini mesken tutmuş yazma isteğiyle sana gelecek, içimi dökecektim. Havalar serinlemeye başladığında, azıcık güneş görüp sandalyesini dükkan önüne atan yaşlı esnafın, hapisten yeni çıkmış hükümlü açlığıyla, göğe bakıp günün solgun ışıklarıyla elim sende oynadığı mevsimin olağanüstü güzel renklerini diyecektim; önümüz kış, Sait Faik'in o sıcacık, kısa öyküsünü anımsatıp tanımsız bir yaşama sevincini okuyacaktım gözlerinden. Yazık ki bu denli iştah duyup kafamda kurduğum yazı taslakları olgunlaşıp gün yüzüne çıkamadan, Blogger'a erişim yasağı konulunca, başıboş geçen günlerin yelinde savrularak uçup giti. Benim gibi bir sürü insan vardı işte. Herkes yaşamındaki bir boşluğu dolduruyor, eksikliklerini yeni arayışlarla dengeleyip yitirdiklerini arıyordu bloglarında. İyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın, güzelin ve çirkinin aynı düzlemde boy gösterip kendine özgü bir dünyayı sarıp sarmaladığı web günlüklerini yasaklamak, yukarıda saydığım bütün karşıtlıkların bir toplamı olan yaşamın kendisini yasaklamaya çalışmakla özdeş bir saçmalık aslında. Toplumsal yaşayış kurallarını yasalarla denetim altına alan hukukun ülkemizdeki varlığı; bireysel hak ve özgürlükleri güvence altına alma görevini, yasadışılık süzgecini hiç kullanmadan, herkesi potansiyel bir suç unsuru olarak görerek yerine getirmeye çalıştığında, kendi özünü yadsıyan bir kavram çatışmasının içinde tarihsel kimliğini ve saygınlığını yıpratmaktan öte bir anlam taşıyamıyor ne yazık ki.

Sana güzel şeyler anlatacaktım.Oysa yaşlanan dünyaya sığmayan aç ruhların korku imparatorluğu yönlendiriyor tarihi. Saptırılmış gerçeklerin doğru diye sunulup küresel güçlerin kölesi haline dönüştürülen insanın yaşam pratiğinin özü renk ve doku değişikliğine uğramış, genetiği bozuk bir toplumsal kültür anlayışıyla besleniyor. Olabildiğince bireyselleştirilip kendi kabuğunda hapsolmuş bir tüketim tutsağı haline gelen insanın dramı belki de kendi eliyle yarattığı mitlere yenik düşmesiyle son bulacak. Yaşamın küresel boyutu bir kara film tadında kendini izletip henüz ayırdına tam anlamıyla varamadığımız, nedenselliğini irdeleyip sonuçlarını sorgulayamadığımız bir tarihsel sürecin figüranları olarak bizi de içine aldığı etkileşimli bir oyun gibi sürüyor. İçimizi ısıtan güzel şeyler ve iyi insanlar günden güne azalıyor benim güzel abim.

Onlar da artık sayıları azalan güzel insanların iyi birer örneğiydi: Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Nail Çakırhan. Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın şiirlerinde bir ulaşılmazlık duyusu kaplar insanın içini. Şiirine giren her unsur, yan yana getirip sağlam bir temel üstüne çattığı sözcüklerin dizeminde ululaşıp anıtlaşır sanki. Sert, sesi çok gür çıkan bir söylemin ozanıdır Fazıl Hüsnü. Soyadını aldığı dağlar gibi görkemli bir şiir sesinin son temsilcilerinden biriydi belki de:

Gün doğar doğmaz
Bakınırsın ya dört yana
Dağlarını sayarken
Beni de say.


Okur - yazarlığın ayrı, eğitilmiş olmanın ayrı kavramlar olduğunu söylerdin hep. Yüzümü sokaklara, yollara, evlere, insanlara, ağaçlara, kuşlara, bulutlara döndürdüğümde, o çıplak gerçekle burun buruna geliyorum: Gün gün eğitimli olma özelliğini yitiren, uygarlık bilincinden yoksun, azgelişmişlik sürecinin sancılarıyla yoğrulup, kültürel zenginliklerini küresel dünyanın yabanıl kapitalizmine sunmak içini hiç sızlatmayan toplumsal kimliğimiz. Ama Nail Çakırhan hiç mimarlık eğitimi almadan, yaşadığı toprakların havasına, suyuna, dokusuna, tarihsel kimliğine ihanet etmeyen bir yapılaşmayı ülkesine sunmuş, ayrık bir kişilik olarak çıkıyor karşımıza. Ahşap oymalı, yeşil kokan, ağaç kokan, insan kokan, tarih kokan evleriyle, aldığı eğitimin tepeden tırnağa vatanseverlikle bezeli içten bir sağlamasını yapar gibi yaşayıp bir insan çölüne dönen toplumsal varlığımızın kuşatmasında kaldığı yağma ve talan kültürüne aklı ve yüreğiyle direnerek geçip gidiyor içimizden.
Biz yaşamdan öyle çok şey istemedik ki! İçinde iki odası ve banyosuyla topu topu kırk metrekare toplayan bir bağ eviydi düşlerimizin zenginliği. Temelini ellerimizle kazdığımız, taş duvarlarını bin zahmetle ördüğümüz gönlümüzdeki o sarayı bitirmeliydik güzel kardeşim. Verandasına oturup ıhlamur kokulu resimler yapacaktın; tuvalinden taşan renklerde yaşayacaktı güller, yaşlı çınarlar, asmalar, yollar ve karşı tepeler. Geçmişin saygıyla andığın insanlarını çağıracaktı dalgın gözlerin, uzakları yakın kılacaktı sesin. Belleğindeki sandık odasının kapıları açılacak, demli bir bardak çay tadında ve sıcaklığındaki günleri anlatacaktın bana. Özene bezene maketini yaptığın o evin dumanı tütmeliydi can yoldaşım. Ne yalnızlık dokunacaktı, ne de kara kışın soğuğu işleyecekti. Dalgın ve boynu bükük pencere önü çiçekleri gibi yağan ilk kar tanelerini karşıya çıkacaktık seninle. Belki o zaman hafifleyecekti, içinden seller gibi akan düşkırıklıkları yorgun ve küskün ömrünün. Yürek sızıların dinecek, belki dupduru sular gibi çağlayacaktın yeniden.

Nicedir gül yaprağına
Yazıyorum şiirlerimi
Kalemim gül kokuyor
Ve gülsuyuyla yıkıyorum kelimelerimi
Ama yine de arıtamıyorum
Görür acımı okuyan
Biraz aralasa dizelerimi

(İsmail Uyaroğlu / Bir Demet Diken / Acı Ve Şiir Üstüne)

Hiç yorum yok:

Blog Arşivi