12 Temmuz 2008 Cumartesi

26. Mektup


Sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
yüzündeki küskün kedere, gür kirpiklerinin altından
kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine
çerçevesine sığmayan
munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine
lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu

(Murathan Mungan / Yaz Geçer / Yalnız Bir Opera )

Can Yoldaşım,

Daha Küçücük bir kızdır o, Güney Amerika'da kaza sonucu babasını yitirdiğinde. Bulanıklaşan düşünceleri yaşlı maya yerlisinin sözleriyle yeni bir yön bulur kendine. "İnsanlar" demişti Sally, "ölünce nereye gider?" Sorusunu yanıtlayan Maya yerlisinin sözlerini artık hiç unutmayacak ve hep yineleyecektir kendi kendine:

Hiç bir yere... Sadece bir evden diğerine giderler, kelimelerin olmadığı yere... Ayın ışığına Karışırlar.

House Of Cards filmi (TV8' de gösterilen ve dilimizde bilinen adıyla İskambilden Ev), "acısını sessizce yaşaması" öğütlenen Sally'nin (Asha Menina) "kelimelerin olmadığı yere" giden babasına ulaşma çabasını anlatan etkileyici bir öykü. İçine kapanan küçük kız, ayışığına karışan baba özleminin beslediği olağanüstü bir yaratıcılıkla dışavurduğu ve gerçekliğine bütün benliğiyle kendini kaptırdığı bir boyutta ilerlerken Annesi Ruth Matthews (Kathleen Turner), kardeşi Michael (Shiloh Strong ) ve Doktor Jake Beerlander (Tommy Lee Jones) onu yeniden kazanmaya çalışırlar. Sally'nin iskambilden evleri annesinin gayretiyle gerçeğe dönüşüp babasına ulaşmasını sağlayacak bir kuleye dönüştüğünde, duygusal gelgitlerinin sonuna gelir küçük kız. Yaşamla arasında oluşan derin kesiği üç sözcükle anlamlandırır filmin sonunda : " Onu çok özlüyorum." Oysa geceleri başını kaldırıp göğe her bakışında "ayışığına karışan" babasının suretini görüp sessizce yaşadığı acısıyla yüz yüze gelecek, hep aynı duygu iğne gibi batacak ve kanatacaktır yüreğinin çok derinlerinde duran ıssız bir noktayı.

Bu küçük kızın ayrılığa meydan okuyan cesur duruşu ve kararlılığından çok etkilendim. İçinde sevgi, özlem ve direnci besleyen verimli bir toprağa saçtığı yaratıcılık tohumlarını bütün benliğiyle yeşertmeye adadığı,babasının izini, düşsel bir dünyada sürdüğünü sanıyor insan önce. Oysa o babasını bulduğuna inandığı bir anda bozuyor sessizliğini, minicik yüreği büyüyor, sınırlarını zorlayıp yaşamın orta yerine akıtıyor bütün gizlerini.

Yine en iyi "Murathan Mungan'ın Sandık Odası" şiirindeki dizeleri anlatır, yitirilenlerin içi acıtan, bütün dengeleri alt üst eden boşluğunu:


gün ışığıyla yıkanmış küskün bir yıldız
gibi akıp geçtin
sessizliğimizin üstünden
oyalanacak bir şey bile bırakmadın
tozlanmış, dalgın bakışlarımıza

Filmlerin gerçekliğiyle ortasında debelenip durduğumuz yaşamın gerçekliği arasında bir ilinti aramamak gerektiği söylenir ya da düşünülür. Bu yargının doğruluğu çoğu kez kendini kanıtlasa da, ikisi de yaşamdan beslenir. Kurgusal hiçbir unsur içermeyen olaylar ve olayların öznesi olan kişiler için tepki vermeyen, belki de yaşanılan geçekliği yeterince algılayamayan usun ve belleğin güncellemesini bir zaman sonra filmlerdeki yaşam yapmak zorunda kalıyor. Toplumsal duyarsızlıklar, değerlendirme yanlışları, insana ve insancıllığa ilişkin düzeltilmesi artık olanaksız olan haksızlıklar sanatla yoğurulup karşısına yeniden çıktığında, geçmişte kalan bir zaman parçasının boşuna bir sorgulamasını yapmak durumunda kalıyor kişi. Bunları bana düşündürten resimdeki o boş bakan gözlerdi..... 6 Temmuz tarihli Milliyet'te çıkan haber "Tahliye edilen Kuddusi Okkır Öldü" başlığıyla verilmişti. Sağlık sorunları nedeniyle 1 Temmuzda tahliye edilen Kuddusi Okkır akciğer kanseri nedeniyle yaşamını yitirirken, haberin içeriğinden çok bütün gazetelerde aynı anlam ile insanın içini sızlatıp yüreğinden vuran,resimlerdeki o bakışlardı. Kullanılan resimleri aynı olmasa da bakışları hiç değişmiyordu Kuddusi Okkır'ın. Onlarda bir umarsızlık okunuyordu, belki de toz dumanın, kargaşanın, vurdumduymazlığın, insanlık değerlerine sığmayan uygulamaların ortasında kendisinin ne bir ilk, ne de son olacağı tükenişlerin bir simgesi olarak sessizce vedalaşıyordu yaşamla. Televizyon ve gazetelerin Ergenekon Soruşturması kapsamına giren bir haber olduğu için ayrıntılarını verdiği dramı onlar için sadece bir "iş"ti belki. Yeni haberler geldikçe unutulmaya yüz tutacaktı yaşadıkları. Kimse üstlenmeyecekti ömrünün son bir yılını törpüleyen haksız tükenişinin sorumluluğunu. Yaşadıklarının herkesin başına gelebileceği endişesini taşımadan sürüklenen toplumsal edilginliğimizi, "Kuddusi Okkır'ın içine çökmüş gözlerine baktığında vicdanının kanadığını" yazarak dürtükleyen Ahmet Hakan'ın satırlarını okumak aslında yaşadığım iç ezikliğini çoğaltıyor yalnızca.

Gözlerim gözlerine değdiğinde hiç bakamaz, kaçardı mahzun duran bakışlarından. Korkardım belki de, derin bir acının benden sana doğru akıp her yeri ve her şeyi kaplamasından, yaşadığımız anı soldurup ürkek gülüşlerimizi tüketmesinden. Sonra o korku büyür büyür, yumruk olup boğazımda düğümlenirdi, soluk bile aldırmaz, elimi, ayağımı uyuşturur, bayılacakmış, oraya yığılıp kalacakmışım gibi döndürürdü başımı. İçinde senin olmadığın bir gelecek endişesiyle alevlenirdi yüreğim; sesini işitmezsem ıssızlaşacaktı, ellerine dokunmasam soğuyacaktı, varlığını duyumsamazsam solacaktı dünyam. İşte o zaman yollara bakardım hep, gittiği yer belli olmayan ve sonsuzluğa uzanan.

Ah, kimsenin bildiği gibi değildir yollar:
sol yanım, sol yanım gibi heyelan, sağımda kötürüm bağlar.
Ürküp bu güz sonu akşamında yaşlı tarlalar ve kötürüm bağlardan,
çocukluğumu çağırıyorum ilk kopardığım gülden,
yalınayak yürüdüğüm yollardan...

Adnan Özer / Köprülü-Veles Şarkıları)

Hiç yorum yok:

Blog Arşivi