27 Mayıs 2013 Pazartesi

95.Mektup


Bardaktan boşanırcasına
Bir yağmurdur bizim için yaşamak

(Afşar Timuçin)





Can Yoldaşım,

Yıllar sonra ilk kez oluyor, nisan ayında yazamadım sana. Mart ayı mektubunda annemin resmini koymuşum, elinde bastonu yorgun bir şekilde yansımış görüntüsü. Yağmurlardan bağ budaması gecikmiş, mart sonuna kalmıştık. Resmini çektiğim ve budamaya başladığımız o hafta sonunun ardından annem çok hastalandı. Önce geçebilecek bir enfeksiyon olduğu düşüncesine kapılıp dinlenmesi için onu ikna ettik. Yatıyordu, solunumu güçleşmişti, zaman zaman fenalık hissi ile gelen ataklar geçiriyordu. Sonraki hafta sonu ben yalnız gittim bağa. Aklım ondaydı. Can havliyle budadım bağları. Az bir şey kalmıştı bitmesine, ablam annemin durumunun daha da ağırlaştığını haber verince, apar topar döndüm. 

Akşam ambulansla hastanenin acil servisine götürdük. Bilinci yerinde değildi, yürüyemiyordu. Doktor yaşını sorup şöyle bir baktıktan sonra, “yaş seksendört, düşkünlük hali” dedi. Oysa annemim 3-4 gün önceki halini bilmeden yargıda bulunuyordu. Biz diretince, şekerli su içeren serum bağlayıp kan tahlili istedi. Bizi dinlemiyor, anlatmaya çalıştığımız hastalık belirtilerini göz ardı ediyordu. 45 dakika sonra tahlil sonuçlarını alınca, doktor değişti, serumları çıkarttı. Annemin kan şekeri 465 dolaylarında seyrediyordu ve ona şekerli su veriyordu doktor. Hemen insülin verdiler. Yarım saat sonra annem kendine geldi, “ilk kez gülüyorum” dedi gözlerimize bakarak. Gece bir kez daha ölçüldü kan şekeri, “bu durum beni aşar, daha fazla insülin vermek sakıncalı olabilir, yarın dahiliye servisinde tepeden tırnağa bir kontrol yaptırın” diyerek bizi yine derdimizle baş başa bıraktı doktor. Kendindeydi eve geldiğimizde, ama sabah yine fenalaştı, bir an kaybettiğimiz sandık, sonra topladı kendini ve yeniden hastaneye gittik.
O servisten bu servise sürüklediler annemi, kan tahlilleri, filmler akşama değin sürdü. “Artık dayanamayacağım, eve gidelim oğlum” derken gözlerine baktım, her şeyi kabullenmiş, sadece gitmek istiyordu. Başımı öne eğdim, çaresizdim. Dahiliye uzmanı enfeksiyona bağlı bir şeker yükselmesi olduğunu söyledi. “Yatıralım mı?” diye sordu. Bu soruya verebileceğim ağır, sert, öfke dolu, acılı bir yanıtım vardı aslında, ama sadece “yatıralım” sözü çıktı ağzımdan. Gece şekeri 595 seviyesine çıkınca yoğun bakıma alındı. Sabah yoğun bakımdan çıkarıp odasına getirdiler. Konuşamıyordu, yürüyemiyordu, akşam gülen gözleri donuklaşmış, boş boş bakıyordu. Beş gün kaldı hastanede, birkaç kez durumu ciddileşti, tam iyiye gidiyor derken yeniden başa döndü, kötüleşti sağlığı. Şeker ve enfeksiyon kontrol altına alınmıştı, doktor böyle diyordu ve biz buna inanmak zorundaydık. Yaklaşık bir ay daha yattı annem evde. Ben de yanında kaldım hep. Yavaş yavaş kendine geldi, yürümeye başladı, konuşması düzeldi, sancıları azaldı ve yeniden yemek yapmaya başladı. Dün bağa geldi, henüz bitiremediğimiz evin balkonundan bizi izledi, yüzüm gülmeye başladı benim de.
Hastaneye yatarken “beni iyileştirin, torunlarımı seveceğim daha” demişti. Şimdi saçlarını okşuyor Toprak’ın, Deniz’in minik ellerini öpüyor. Mart ayında dayanıp güç almaya çalıştığı değneğiyle bağa bakışı çok dokunmuştu bana. Elimde olmadan o bakışların resmini koymuştum. İçime mi doğmuştu bu acılı günler, yoksa o mu sezmişti kendini bekleyen hastalığı? Sevgisinin önüne katıp gün gün büyüttüğü gücü, direnci ve azmiyle yeniden döndü aramıza. Ana sevgisi, senden bir yadigardı bana kalan. Hiç eksilmeden büyüttü kendini, kök saldı, gelişti. 

Artık onun iyileştiği haberini mutlulukla verebiliyorum sana. Hoş geldin güzel annem.

Hiç yorum yok:

Blog Arşivi