
İşte ben gidiyorum
Sonsuz bir zamansızlıkta
Hayat uzun ölüm kısa
Yağmurum içimde saklı
Kim toprak olabilir ona
İşte ben gidiyorum
Sonum yakın menzil ırak
Kandilimi rüzgar söndürmüş
Sabahın fitili varsa
Gece macera artık
İşte ben gidiyorum
Alnım gizli bir ayazma..
(Ahmet Erhan / Deniz, Unutma Adını / Ayazma)
Can Yoldaşım,
Yaşam akışının önümüzde kıvrıla kıvrıla akan zenginlikleri, sürprizleri, mucizeleri bizleri şaşırtıp yön değiştirmeye zorladığında sessizliği yeğledin hep. Boynunu büküp bir kenara çekildin, mutluluğumuzu gölgelemeden, sevincimizi karartmadan, umudumuzu söndürmeden acıtacağını bildiğin gerçeklere alıştıra alıştıra hazırladın deneyimsiz zamanlarını genç ömrümüzün. Bir adım gerimizde durup biz o yanılgıların dönüm noktasında duran "alemlerin" kapı eşiğinde beklerken kollarını açtın, her an düşmeye hazır, kağıttan kalelerini canla başla savunmak için, heyecanlı ruhlarımızın. Her gidişimiz senden, ya da her kopuşumuz duyarlı yanından belli belirsiz yalnızlıklara savurdu sessizliğini. İçine akıttın hüznünü; burukluğunu, umarsızlığını sadece kendin bildiğin demi az çay kıvamındaki mutluluklarınla oyalanırken, nasırlı yüreğinin endişesi sigara dumanından kısılan gözlerine yansırdı. Sevmenin sendeki tanımı buydu sevgili kardeşim; seni hep terkettiğimiz, boynu bükük, yaralı bıraktığımız yolların ayrım noktasında bizi beklerken bulduk. Hiç kırılmadan öperdin yürek yaralarımızı, sarıp sarmalar, yeniden diriltirdin yaşamın derinliklerinde vurgun yemiş gibi duran cansız ruhlarımızı. Ama o sancılı zamanların izi gibi duran çizgilerde okunuyor şimdi, gülüşlerimde gizlenen burukluk.
Seni hiç bu denli çok istememiştim yanımda. Onca sıkıntıdan, yokluktan, acıdan, umutsuzluktan, endişeden sonra sırtına alıp dağ dağ, yol yol, köşe bucak taşıdığın kimsesizliğim mutlu bir günde istedi can yoldaşlığını. Hep dikenleri avuçladın benim uğruma, ellerini kanattın, yüreğini savurup ruhunu, geleceğini üşüttün. Azıcık gülmeliydi gözlerin, boynuma sarılıp alnımdan öpmeliydin. Ruhun ve özverili yüreğin yanımızda olsa da, kokunu bir yerlerden duysam da sesinle bütünleşen yüzünü görmeli, ellerinin sıcaklığını duyumsamalıydım. O gecenin resminde bir yeri yurdu olmalıydı gülüşünün, hiç dinmeyen bir sızı gibi yaşadığımız mutluluğumuzu kutlamalıydın. Satırlara dökülür yaşları gözümün, seni unuttuğumu düşündüysen. İncindiysen yüzümden gelip geçenleri oku, özlemini anlatır; çiçek çiçek açan, renk renk kokup tohum tohum toprağa düşen. Attığım her adım, aldığım soluk, gördüğüm dünya, yaşadığım her an bana seni anımsatırken selamını gönder, gülüşlerim sana benzesin.
Onları görünce seni gördüm. Her birinde ayrı bir sen yaşıyordu. Yiğitlikleri, duyarlıkları, özverileri, hakettikleri ile değil haketmedikleriyle bezenen yaşam öyküleri, salt bu yüzden yücelip, gitgide zavallılaşan toplumsal yapımızın tepkisizliğini sarsarak son bulurken, yüreklerinin sihirli dokunuşlarıyla büyüttükleri çiçeklerin boynu bükük kalıyordu. O çiçekler yüzünü hep güneşin aydınlığına döndürecek, toprağına sımsıkı sarılıp derinlere kök salacak. Üzerlerindeki emeğin sahiplerini hiç unutmayacaklar.
I.Pencerede gördüm, çiçeklerin arasından veda ediyordu el sallayarak. Yine de hiç küsmemiş gibidir, verdiği yapayalnız direnişe tepkisiz bakan ülkesinin suskunluğuna.
Yüzündeki buruk gülümseme anlatıyordu her şeyi aslında. Yaşamı boyunca savaşını verdiği değerlerin toplumunda, uğradığı haksızlıkların utancını kimlerin taşıması gerektiğini biliyordu çünkü. Türkan Saylan yiğit savaşımının terkisine bindirdiği ve “Ergenekon” suç örgütü ile ilişkilendirilen suçlamalara bağlı olarak gelişen sürecin ağır yükü ile yaşadı aramızda bir süre. Onuru ve çok soylu duruşuyla karşısında duran “gulyabani” gücün üstesinden gelip yapılanlara gülüp geçti. Bir anlamda ölerek yanıtladı kişiliğini, üretkenliğini, emeğini ve bu ülke insanına kazandırdıklarını bir kalemde silip atan anlayışın suçlamalarını. Ülkesini garip bir suskunluğun ortasında koyup giderken, belleği zayıp toplumsal yapımızın bilincinde yiğitliği ve direnişi hemen unutulmaya yüz tuttu.
Sindiremiyorum bir türlü ölümün kucağındayken bu güzel, bu “aşk mektubu yazıp, aşk mektubu almış” kadına yapılanları. Kimse üstlenmiyor olsa bile, yaşamı ve ölümünün üzerinde izleri duran utancın sahipleri aramızda durup yitip giden zamanın ve unutuşun kanatlarına sığınıyorlar. Ne yazık ki bir utancın sahibi olmak denli acıdır, o utanca sessiz kalmak ve belki de ona ortak olmaktır tepkisizlik. Ertuğrul Özkök bir ağıt gibi sıralamış iç sızılarını “Kasamdaki Aşk Mektupları” adını verdiği yazısında:
Çünkü bu olayda, içinde vicdan denen şeyin zerresi kalmış her insana dokunan bir şey var.
Kimine, bütün hayatını toplumsal yardımlaşmaya vermiş bir kadına yapılan muamele dokundu.
Kimine, hayatı için mücadele eden bir kadına, kan verilirken yapılan muamele dokundu.
Kimine, hayatını Cumhuriyet nesilleri yetiştirmek için harcamış bir zamane "Çalıkuşu Feride"sine yapılan hoyratlık dokundu.
Bana ise o sözler:
"İnşallah aşk mektuplarımı da almamışlardır" şakası.
II.En tehlikeli kanser türünü anlatır, yaşanılan insani değerler yozlaşmasının ortasında, usul usul nasıl tükendiğimizi belgeler.
Can Dündar'ın yazısı da, yukarıdaki satırların dokusuna sinmiş tepkisizliğe, suskunluğa ve umarsızlığa ilişkin acılı bir dokunuş gibi akıyor insan yüreğinin derinlerine doğru. Uludağ Üniversitesi Rektörü ve Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkan Vekili Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran'a yönelik uygulamaları konu olan yazıda, olup bitene karşı içine düşülen bireysel ve toplumsal travmanın kökenindeki gerçek araştırılıp kesin tanı konuluyor : "vicdan kanseri"..
Uludağ Üniversitesi Rektörü, Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkan Vekili Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran ve eşi Merih Yurtkuran’a yapılanlara bakınca, bu ülkenin yargı ve yönetimine “habis vicdan kanseri” teşhisi koyabiliyoruz.
Tedavisi çok zor bir kanser türü bu...
Üstelik metastaz yapmış, medyaya da sıçramış, bir kısmında vicdan dokularını tamamen öldürmüş durumda...
Öyle ki çoğu, olayın kendisini görmeyip Adalet Bakanlığı'nın yalanlamasını haberleştirebildiler.
Ya üniversitenin, rektörün yetiştirdiği doktorların, öğrencilerinin, onun yerini alan rektörün suskunluğuna ne demeli?..
Vicdan kanseri, oraya da mı sıçradı?
III.Düşsel bir gerçekliğin resmidir; gülümsetir ama inandırıcı gelmez, çünkü insanı insan yapan ve özgün kılan kendi içinde yaşadığı zamandır.
Şarlo ve Gwen Stefanie'nin aynı resim karesindeki kompozisyonlarına baktığında ayrıksı bir şeyler görüyor insan. Atmosfer yitik zamanların hüznüyle gölgelenip Şarlo'nun meydan okuyan sanatıyla ölümsüzleşirken, popüler kültürün sarışın güzeli boşluğa, belki de uzaklara bakıyor. Hoş bir fantezi olarak gülümseten bu kare, bütün zarafetini ve duygusallığını altı çizilmeye çalışılan "imkansız aşk" temasından değil o "siyah beyaz" yılların masumiyetinden alıyor:
Büyük zamanı....
(Edip Cansever / Ürperti / Kirli Ağustos)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder